Mesut ÖZMEN
  16.
 

 

SUÇTUR UMUTSUZLUĞA KAPILMAK

“Başımı masaya koymuş öyle duruyordum. Niye durduğumu bilmiyorum. Büyük bir gürültüyle kapı açıldı. Hiç tanımadığım adamlar beni aldılar, kapıyı kapattılar... Kolumdan tutmuşlar, gidiyoruz. Nereye gidiyoruz ben de bilmiyorum. Uzun bir yer. Her tarafım ağrıyor. Başım dönüyor, dinlene dinlene gidiyoruz. Beni bir yere koydular, önümde cam var. Camda bazı gölgeler var. Sanki bana bakıyorlar. Bu arada aynı odada birlikte kaldığım arkadaşım diğer yandan çıkı- yor, kolumda tutup iyice cama yanaştırıyor beni. Sonradan adını öğrendiğim bir telefonu bana veriyor. Nasıl tutulduğunu öğretiyor. Bazı sesler geliyor, sesleri anlamıyorum. Gölgeler ağlıyor mu acaba? Bir şeyler konuşuyoruz. Ne konuştuğumuzu bilmiyorum. Ama gölgeler devamlı ağlıyor, ilk defa gölgelerin ağladığını gördüm... Bense gölgelerin ağlayışına gülüyorum... Demin telefonlu yerde olan arkadaş benden evvel gelmiş. Beni tuttu, hemen yukarıya çıkardı, yatağın oraya getirdi. Bana niye ağladığımı sordu. Ben de ona ağlamadığımı, camdaki gölgelere güldüğümü söyledim. O bana camdaki gölgeleri anlattı. O zaman iyi anlamamıştım. Şimdi daha iyi anlıyorum, o gölgeler gölge değil, gerçekmiş, o gölgeler annem, kız kardeşim ve teyzemmiş. Onlarla kendisi de konuşmuş yan tarafta. Meğer ben o gölgelere gülmemiş, onlar-la birlikte bende ağlamışım...” Aylardır sürdürdüğü ölüm orucunun sonunda belleğini yitiren ve ardından tahliye olan Dursun Ali işte böyle söylüyor, ilk defa gölgelerin ağlayışını görmüş. Ama sonra anlamış ki o gölgeler onu Kandıra F Tipi Cezaevi’nde ziyarete gelen annesi, kız kardeşi ve teyzesiymiş... Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Belleklerini tamamen yitirenleri ve sağlıkları geri dönüşsüz bir biçimde bozulanları ceza evlerinden tahliye ediyorlar. Tahliye olanların birçoğu Küçükarmutlu’ya geliyor ve oradaki yakınlarının ya da arkadaşlarının evinde ölüm orucuna devam ediyor... Bugün 8 Temmuz, Pazar... Ve ben Küçükarmutlu’dan akşamın geç saatin- de döndüm evime... Neredeyse bütün gün oradaydım. Zehra’nın yaklaşık bir hafta önce son nefesini verdiği o yoksul evdeydim. O yoksul evin adı şimdi ”direniş evi” olmuş. Direniş evini gezmek yürek ister, sabır ister... Evin her odasında her an ölüme biraz daha yaklaşan, her yaştan direnişçiler var. Başları kırmızı bantlı... kimi attık ayağa kalkamayacak kadar bitkin... Kimisi duvarlara tutunarak yürüyor... Kimisi direnişe yeni başladığı için diğerlerine yardımcı oluyor... Direniş evinin önüne akın akın insanlar geliyor. Evi kutsal bir mabetmişçesine saygıyla seyrediyorlar. Konuşurken seslerini alçaltarak konuşu- Yolar. Yüzlerinde ansızın solgun ama cesur bir hüzün beliriyor. Sonra evin içinden bir adam çıkıyor ve elindeki kağıttan yüksek sesle, yarım saat önce bir direnişçinin daha şehit olduğunu duyuruyor. Gözler hafifçe kısılıyor. İnsanlar ansızın uzaktan gelen bir yankıya doğru başlarını çeviriyorlar. Kısa ama çok derin bir sessizlik, kalplerin ortasına büyük bir gürültüyle düşüyor. Bu derin sessizlikte sadece çocukların yaktığı otların cızırtısı duyuluyor... Sonra yeniden konuşmaya, hayatı yorumlamaya başlıyor insanlar... Buralarda ölüm çok farklı algılanıyor. Buralarda insanlar ölüme doğal bir son gibi bakıyorlar. Buralarda hiçbir şey kesintiye uğramıyor. Hayat,ölüm ve çocuk- luk, buralarda her şey kesintisiz bir biçimde, aynı büyülü nehre akıyor. Her şey bir çember çiziyor sanki. Ölenler yeniden ağlıyor... Yeniden doğanlar ölmeye başlıyor ... Hayat ölüme, ölüm hayata aynı anda karışıyor... Arkadaşları başı bantlı bir direnişçiyi, önce alnından, sonra yüzünün her yerinden derin bir sevgiyle öpüyorlar. Direnişçi gururlu olduğu kadar da utan- gaç... Bileklerini ve boynunu görüyorum. Küçük bir çocuğunkinden daha ince. Kırıldı kırılacak... O incecik bilekleriyle, suyu çekilmiş elleriyle dostlarına, yoldaşlarına sarılıyor o da.Yakınma, korku, suçluluk korkusu , acındırma, o sahte duyguların hiç biri yok yüzlerinde... Ve hayatta kalacak olanlarla ölecek olanlar birbirlerine öyle yoğun bir sevgiyle sarılıyorlar ki, işte o anda hayatla ölüm arasındaki o kesintisiz akışı görüyorum. Hayat ölümü alnından öpüyor... Ölüm hem gururlu, hem baş eğmez, hem de küçük bir çocuk gibi utangaç ve masum...Ve her şey birleşip o büyülü nehre akıyor usulca. Ve o nehir sonsuzluğa akıyor. İşte bu yüzden korkmuyorlar. Birer birer ölmekten. Çünkü onlar bir kere sonsuzluğa inanmışlar. Bin bir çeşit kentli kuşkunun pençesinde yaşayan ben bile işte o an inanıyorum: Bu çocuklar bir gün kazanacaklar... Sonsuzluk tükenmez çünkü... Bu ülkenin en cesur çocukları... Bu devletin, bu otoriter zihniyetin, bu sistemin, gözlerimizi bu dünyaya açtığımızdan itibaren ailede, sokakta, okulda, fabrikada, orduda, işyerlerinde ruhumuzu ve bedenimizi ne denli tahrip ettiğini, bizi her geçen gün biraz daha köleleştirmek için hangi yöntemleri denediğini, bizi her an her saniye kendimi- zin olmaktan çıkarmak için olmadık yollara baş vurduğunu, bir kez daha söyle- meme gerek var mı? Her şey çok gizli yapılsa da aslında çok açık değil mi?... Koca bir cezaevi bu ülke. Yaptıkları bütün zulüm yanlarına kar kalıyor. Bütün kapıları birer birer kapatıyorlar üzerimize. Koca bir kışla bu ülke... Herkesi tek tek şu otoriter yapının gönüllü kölesi, koşulsuz savunucusu, herkesi tek tek bu kışlanın kendisi olmaktan çıkarılmış bekçisi haline getirmeye çalışıyorlar... Neden ceza evlerini hücrelere dönüştürüyorlar,kendisi olarak kalmak için direnen ve baş kaldıran bu çocukların üzerine inanılması güç bir vahşetle gidi- yorlar dersiniz? Çünkü en çok bu çocuklar her şeyi gördü... Her şeyi görenlerden ve bilen- lerden çok korkar bu devlet... Ve onları yok etmek ister... 19 Aralık operasyonundan ağır yanıklarla kurtulan bir genç kız o vahşet gecesini şöyle anlatıyor. “Sabaha karşı büyük bir gürültüyle uyandık... matkaplarla koğuşun tavanını deliyorlardı. Uyandık ve ne yapacağımızı bilemedik, çünkü mazgallardan durmadan ateş ediyorlardı. Sonra deldikleri yerlerden üzerimize bir şeyler serptiler...Saçlarımız tutuştu önce... Sonra ben elimi yüzüme götürdüm. Yüzümün derisi ateşle eriyen plastik poşet gibi elime yapışıyordu... Arkadaşlarımız gözlerimizin önünde can çekişerek öldüler... her şeyi gördük...her şeyi...” Evet onlar her şeyi gördüler. Üzerine kimyasal madde atan bu vahşeti gördüler... Günlerdir bir gazetede yayınlanan o fotoğrafa bakıyorum... Operasyondan sonra cezaevi avlusuna çıkarılan kadın mahkumların yüzlerindeki o ürpertici hüzne bakıyorum. Etrafları, gaz maskeli ve otomatik tüfekli askerlerle çevrilmiş. Kadın mahkumların yüzleri yanık ve yara içinde... Güçlükle soluk alıp veriyor- lar besbelli... Elbiseleri ıslanmış... Onu da öğrendik. O kimyasal madde insanın derisini yakıyor, ama elbiselere bir şey yapmıyormuş... Kadın mahkumların yüzlerine bakıyorum. O yüzleri maskeyle gizlenmiş askerlerin bakışlarına... Askerler... Askerler... Nasıl yaparsınız böyle bir vahşe- ti?... Askerler... Askerler... Halkınız sizi hiç affetmeyecek, der gibi bakıyorlar sanki... Halk neredeydi peki? Hadi halk ortada yoktu, halkın aklını ve ruhunu medya esir almıştı. Peki, o vahşeti yapan askerlerin vicdanı nereye gitmişti? Kalpleri neredeydi? Acıma ve şefkat duygularını kim ipotek altına almış- tı? Peki mahkumlar bir birini yaktı, onlar örgüt emriyle kendilerini yakıyor diyen aydınlar, okumuş yazmışlar, devletin ve medyanın yalanlarına hemen inanmaya neden bu kadar hazırdılar? Peki, onlar neden hücrelere girmemek için canlarını ortaya koyanlara değil de, devlete ve medyaya hemen inanıyorlardı? Yoksa onlarda mı devlet gibi her şeyi bilen ve görenlerden çok korkuyorlardı? Neden kalpleri yenilgiye bu denli hazırdı? Neden başkaldırı ve isyandan bu denli ürküyorlardı? Neden ”ölüm” kelimesinden bu denli tiksiniyorlardı? Yoksa onlar da mı artık sadece şimdiki zamana inanıyorlardı? Yaşamak için ölmeyi neden artık örmezden geliyorlardı? Ölüm yokmuş gibi yaşanabilir miydi? İnsana kölelik dayatılıyorsa, insana kendisi olmaktan çıkartılmak dayatılıyorsa, ölüm o büyülü nehre karışır ve orada yeniden doğmak üzere bekleyişe geçer. O bekleyiş bütün denizleri ansızın aydınlatır. Denizlerdeki bütün yaraları sarar o aydınlık. Ve böylesi ölümler hayatlarımızı aydınlatır. O tutsak, o yaralı, o boğucu hayatla- rımızı...Bu köleliğe hayır, diyen ölümler dünyanın en anlamlı ölümleridir. Bu anlamlı ölümler, biz yaşayanların hayatlarına sonsuz ve derin anlamlar katar. Bu anlamlar kalplerimizin kilitli kapılarını açar. Yıllardır kilitli olup ta artık açılan bu kapılardan girer bu kez de gün ışığı... O taze bahar serinliği kapımızdan içeri girer... Bu yeni ışık kalbimizi aydınlatınca, nasıl ölmemiz gerektiğini yeniden düşünürüz. Aslında nasıl öleceğimizi nasıl yaşadığımız gösterir. Hayatta en çok neyi istiyorsak, o yüzden ölürüz... En çok neyi arıyorsak o yolda ölürüz... Para ve güç istiyorsak o yolda... Özgürlük ve erdem istiyorsak o yolda ölürüz. Köleliğe razıysak o yolda... Kimsek o yolda ölürüz... Ve nasıl öldüğümüz hayatımızı yeniden aydınla- tır... Hayatımızın elle tutulur bir anlamı yoksa anlamsız bir ölüm bizi bekliyor demektir. Bugün 8 Temmuz, Pazar... Bugün hep Küçükarmutlu’daydım. Hücrelere karşı çıkanların ölmeye yattıkları direniş evinin bahçesinde kitaplarımı imzala- dım. Ve aralarda Zehra’nın fotoğrafına baktım sık sık... Zehra’nın yüzünde yaklaşan ölümün hüznü ve soyluluğu vardı. Oradan geçen herkese el sallıyordu. Hoşça kalın kardeşlerim, diyordu. Yüzünde o masum, o kırılgan tebessüm vardı. Hoşça kalın, diyordu.Hoşça kalın, ben sonsuzluğa karışıyorum, ama sız yine de yaşadığınız hayata bir kez daha, iyice bakın, diyordu. Ne kadar anlamlı, ne kadar cesur yaşarsanız , o kadar anlamlı ve cesur ölürsünüz, diyordu. Zehra kızım benim... Güzel gözlü yoldaşım... o kısacık ömründe bu hayat hakkındaki her şeyi bildin ve gördün sen... Ve şimdi sana öldü gözüyle bakanlar öyle çok yanılıyorlar ki... Sen şimdi sonsuzluk nehrindesin... Ölümün ardından hayatın anlamı binlerce kez çoğalacak... O cesur ifaden binlerce kilitli kalbi açacak... İnan Zehra, hayatına ve ölümüne inandığın gibi inan... Sizin çocuklar kazanacaklar bu hayatı... Özgürlüğün ve erdemin çocukları... Bu hayatı, o yoksul, o suyu çekilmiş parmaklarıyla ölürken bile zafer işareti yapan çocuklar kazanacak... Direnerek öldüğün o yoksul semtteki o emekçi, o kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığı için sonsuzluğa ve özgürlüğe herkesten çok inanan bu insanlara inandığın gibi inan... İnan Zehra, sizin çocuklar kazanacak... Sizin çocuklar, diyorum, Çünkü ben ve benim gibiler sizleri anlar ve sever, sizlere özenir, bağrına basmak ister... Ama kaybedecek şeyleri olduğu için sonuna dek sizlerle olamaz... O birer birer karıştığınız büyülü ve sonsuz nehri görür de yine de biraz uzak durur... Özgürlüğün ve erdemin bedelini sizler ödersiniz... Bizler gibiler sadece etkilenir ve yazar... Sonsuzluğa akan kanınız parçalanmış hayatımızı aydınlatır aydınlatması- na, ama o ürkek, o doyumsuz parmaklarımız gizlice tutunur o kentli, o şimdiki zamana kilitlenmiş o zavallı, gelgeç hırslara... Ama inan Zehra, ölümlerinizle, o kısacık ama dopdolu ömürlerinizle bizlere öğretecek daha çok bilgeliğiniz var. Bugün 8 Temmuz, Pazar... Bugün cezaevlerinden tahliye edilen mahkum- lar getirildiler buraya. Bir çoğu belleğini yitirmişti. Bugün sanki bir kıyametti yaşadığım. Mahkumların bazıları çocukluğuna geri dönmüştü. Kimi oyuncakla- rını geri istiyordu, kimi onca karamanlıklardan sonra hiç olmayan topunu, hiç olmayan bebeğini geri istiyordu... Tahliye olan bir mahkum onca yıllık eşine, baba, bir diğeri eşine, annem, neredesin annem, diyordu... Onlar belleklerinden kurtulmuştu... Benimse belleğim durmaksızın acıyla zonkluyordu. Bilmekten ve yine de bir şey yapmamaktan. Görmekten ama yine de bir şey yapmamaktan zonkluyordu... Burada ölüm hayata, hayat ölüme karışı- yordu. Her şey kesintisiz akıyordu burada. Nehirler okyanusa, okyanuslar nehir- lere karışıyordu. Burada herkes hayatını ölümünün aynasında seyrediyordu. Burada herkes ölümünü, ömrünü sevdiği kadar seviyordu... Bugün 8 Temmuz, Pazar’dı ... Ve Küçükarmutlu’daki cem evinde akşama doğru, ölüm orucunda hayatını yitirenlerin çocuklarının sünnet düğünü vardı. Dedim ya, burada her şey hiç kesilmeden akıyor diye... Sünnet edilecek çocukla- rın yataklarına, belki birkaç saat yada birkaç gün sonra ölecek olan direnişçileri de yatırdılar. Hayata merhaba diyenlerle, hayata elveda diyenler aynı yatakta yatıyordu burada... Gördüm, belki birazdan ölecek olan insanlarla, birazdan sünnet edilip bu hayata karışacak olan çocukların el ele tutuşup birbirlerine gülümsediklerini gördüm... Sahnede sesine vurgun olduğum İlkay Akkaya ”Kırmızı Gül Demet Demet “ türküsünü söylüyordu. Ve sonuna dek direnen, o suyu çekilmiş parmaklarla son kez zafer işareti yapıyordu... Gölgeler kanıyordu... Evet, anneler, kız kardeşler, babalar,çocuklar, teyzeler kanıyordu burada... Bu ülkenin en cesur çocukları özgürlük için, erdem için canlarını veriyor- du... Ve canları kadar kıymetli belleklerini veriyordu. Ve bu yüzden bellekleri kanıyordu... Anneler, kız kardeşler, babalar,çocuklar, teyzeler kanıyordu... Onurun ve kişiliğin pazara çıkarıldığı bu ülkede, bu çocuklar onurları ve kişilikleri için en sevdikleri insanların cezaevi önlerinde kanayışlarına tanık olu- Yordu... Bu ülkede usul usul, gizli gizli tarih yazıyordu... Türkiye en kırılgan döneminden geçiyordu. Bir tarafta emret komutanım diyerek koğuşları gaz maskeli terk edip koğuş arkadaşlarını devlete teslim edenler, bir tarafta, bunlar örgütün emriyle kendini yakıyor, diyenler vardı... Ve burada sünnet edilen çocukların ellerine dokunurken bu hayata veda eden o cesur zafer parmaklar vardı... İnsan nasıl yaşamak isterse öyle ölür... Kimi teslimiyetle, hazır olda, sürü- nerek, el etek öperek... Kimi sonuna dek başeğmeden, sürünmeden, hayata ve yeniden doğuşa el vererek, erdemle ve onurlu ölür... Ve bu ölümler başkaların hayatını aydınlatır... Bugün gördüm... Belki birkaç saat, belki birkaç gün sonra ölecek olan yoldaşlarının alınlarından sonsuz bir sevgiyle öpen insanları gördüm... Bugün o yürekli alınlarında kırmızı bantlı genç insanları gördüm... Hem utangaç, hem mağrur, o yiğit gençleri gördüm... O sarılmaları, o kucaklaşmaları gördüm... İnan Zehra, sizin oralarda her şey durmadan, aksamadan kesintisiz akıyordu... Sen bunu çok iyi bildiğin için öldükten sonra bile böyle güzel, böyle anlamlı bakıyorsun ya bize... Bir kez de benden duy öyleyse... İnan Zehra sizin çocuklar kazanacak bu hayatı... Bu köleliğe hayır, diyen ölümler dünyanın en anlamlı ölümleridir. Bu anlamlı ölümler, biz yaşayanların hayatlarına sonsuz ve derin anlamlar katar. Bu anlamlar kalplerimizin kilitli kapılarını açar. Yıllardır kilitli olup da artık açılan bu kapılardan girer bu kez de gün ışığı... O taze bahar serinliği kapılarımızdan içeri girer... Bu yeni ışık kalbimizi aydınlatınca, nasıl ölmemiz gerektiğini yeniden düşünürüz. Aslında nasıl öleceğimizi nasıl yaşadığımız gösterir.


UMUDUM OLDU GÖZLERİN..!

Gözlerinden bir yudum nefes alıp alıp sana yazıyorum yine. Yürek mürekkebiyle yazılmış onca karalamaya inat seni yaşıyorum satırlarımda. Sen ve ben. İki ayrı kentin sabahında aynı güneşle uyanan iki sevdalı. İmkansızlığın içinde, yokluğun acı nefesinde " aşkı " soluyan iki yürek. Boşver gülüm. Suyla ateşin, geceyle güneşin birbirlerini sevmesi gibi imkansız olsa da aldırma. Yağmuru dilenen kuru toprak gibi her sabah nefesini soluyorum ben. Güneşi bekleyen kuru yaprak gibi akşam kızıllıgında seni bekliyorum. Biliyorum hicbir zaman kapımı çalmayacak ellerin, hiçbir zaman ellerini tuttugumda avuç içlerin terlemeyecek. Bırak bu dünya bize hasret borcu olsun. Hasretlikler hep demir parmaklıkların ardında kalsın. Kavuşmasın sırtlarımız birbirlerine. Değmesin dudaklarımız dudaklarımıza. Sevgi bu değil mi ? Yokluğunda bile sevmeyi bilmek. Aşkı yücelten bu değil midir ki ?. Bak şehrime yağmur yüklü bulutlar konuk olduğunda ben seni ararım her damlasında. Saçlarımı ıslatan bir yağmur damlası kadar berraktır sevgin.. Musluğu açıp avuç içlerime akan suyu delice içmek. Çünkü içtiğim sendin. Kana kana yüreginin deryalarındaki nefesi içtim her defasında. Gözlerim bağlı halde karanlıkta merdiven inerken hep senin sevdana yürür gibi emindim adımlarımdan. Başımı kaldırdığımda bulutlar kanap açıp gözlerinin içinde sıcak iklimleri gördüm. Dokunduğum herşey de ellerinin sıcaklığını aradım durdum. Oysa ellerini hiç tutmadım ki !.. Baktığım her noktada gözlerinin derinliğindeki umudu sevdim. İnan gözlerini hiç yakından görmedim ama hep seni yaşadım. Rüzgarın hep senin saçlarına ılık meltem gibi dokunduğunu bildim. Görmeden sevmeyi, dokunmadan hissetmeyi öğrendim. Sen gülümsediğinde gecekondu pencerelerinde cicekler açar. Her nefes alışında gökyüzüne nice yıldızlar kanatlanır. Yağan yağmur kadar bereketlidir gözyaşların. Engin denizlerin içinde sakladığı berraklık kadar yalındır bakışların. Ve saçların, rüzgar bile kıyamaz saç tellerini savrulmaya. Biliyorum bu hasret mapuslugunda günleri saysam da, bu özlem her gün acılarımı kanatsa da ben seni sevdim. Yüreğinin içinde büyüyen bir cocuk gibi gözlerinde gülümsüyorum hayata. Ben seni gözlerinde biriktirdiğin düşlerle sevdim. Seni sevdiğimden beri kuşluk vakti kıyamadığım gözyaşlarını kelebeklerin sırtında taşıyan bir yürek oldum ben.Gözbebeklerinden süzülen nemli yaşları baharların koynunda kuruyan ciceklerin köklerine sundum her defasında. Öyle değerli ki ; gözlerinden süzülen yaşlar , imkanım olsa o nemli yaşlarınla ciceklerin yüreklerini yıkardım..Seni sevmek böyle duru böyle yalın bir aşk.. Seninle her gece yıldızların sağnağında sana düşlerimi sundum. Bir an hayat yokusunda yorulsam, kenar köşelerde değil ben senin yüreğinde " nefesini " soludum. Reyhan kokulu gecelere inat ben senin kokunla yetindim. Rüzgarın keman çaldığı ve yıldızların nağmelerle bestelere gebe oldugu vakitlerde hep seni düşledim. Sevgini soframdaki ekmek gibi bereket bildim. Ben senin gülen yüzünü sürdüm arsız yaralarıma. Uykusuz yüreğime ayazlar çivileri reva görseler ben senin sacların daldım rüyalara..Seni düşündüm zamanın ötesinde. İmkansızlıgı sevdim. Gözlerindeki nemin saflığını, gözyaşların duruluğunu ve iki dudağın arasında hayata hediye ettiğin nefesini sevdim.
" Bilir misin
Nefesinde baharların soluduğunu??
Bilir misin her gece
Yetim kuşların yüregine dolduğunu??
Bilir misin her gözyaşınla
Topraktan yeni filizler doğduğunu??
Uzaklar da bir adamın
Senin her gülüşünde
Hayata sımsıkı tutunduğunu
Bilir misin ey yar??''


VAZGEÇİLMEZİM

İnsanın içine işleyen bir ayaza ev sahipliği yapan kış sabahında, seni düşündüğümde içime yayılan sıcaklığın, dışarıdaki iki metre karı bile eritebileceğini düşünüyorsam... Uykudan yüzümde mutlu bir gülümseme ile kalkıp benimle birlikte uyanan güne senin adını veriyorsam... Evimin bütün duvarlarında senin yüzünü görüp, bana baktığını hissediyorsam... Ve bu beni her gün hep aynı şekilde heyecanlandırıyorsa... İçtiğim çayın şekeri, sigaramın dumanı, kahvaltımın her lokması sen oluyorsan... Sokakta bana bakan her insan, yüzümdeki tarifsiz sevinci görüp hayrete düşüyorsa... Sevdiğin şarkıyı defalarca başa alıp bıkmadan defalarca dinleyebiliyorsam... O şarkının her sözüne seninle ilgili ayrı bir anlam yüklüyorsam... Yüzlerce kişinin arasında bile kadehimi sadece senin şerefine kaldırıyorsam... Başımı döndüren şeyin aslında içki değil, sana olan aşkım olduğunu biliyorsam... Yorucu bir günün sonunda ufacık bir sözünle, bir gülüşünle uzun bir tatilden dönmüş gibi enerji doluyorsam... Ve o enerjiyle hiç uyumadan günlerce çalışabileceğimi duyumsuyorsam... Gün boyu saatleri, dakikaları sayıp 'Neden geçmiyor bunlar' diye hayıflanıyorsam... Ve hep seninle buluşacağımız anı bekliyorsam... Kitap okurken seni düşünmekten kendimi alamayıp aynı satırı defalarca tekrar ediyorsam... Sonra sana bunu anlattığımda birlikte ne kadar güleceğimizi düşünüp keyifleniyorsam... Seninle ilgili planlar yapıyorsam... Sadece varsayımlara dayalı olsa bile o planları mükemmelleştirmek için her ayrıntının üzerinde dakikalarca düşünüyorsam... İzlediğim filmdeki başrol oyuncularının yerine kendimizi koyup 'Biz olsaydık böyle yapardık' diyorsam... Yüzyıllardır sevgililerin kullandıkları klasik sözcüklerin benim duygularımı anlatmaya yetmediğini fark ediyorsam... Yine de bunları söylemekten hiç ama hiç bıkmıyorsam... Aşkımın coşkusunu sana yansıttığımda senin de bana aynı coşkuyla karşılık vereceğini biliyorsam... Kahkahanın en güzelini seninle atacağımı, yemeğin en güzelini seninle yiyeceğimi, içkinin en keyiflisini seninle içeceğimi düşünüyorsam... 'Hayatının en anlamlı şeyi ne' diye sorduklarında tereddüt bile etmeden senin adını verebiliyorsam... Sen benim için vazgeçilmez olmuşsun demektir...


YALANLAR SÖYLE BANA

Epey olmuş, not etmişim bir yana... Yıllar önceden kalma bir konuşma. Ne kaldıysa aklımda yazmışım. Diyor ki notlarım: Aslında bir "yalan" avutacaktı onu. Gerçek umurunda değildi. Kalbinin beklediği tek şey biraz avutulmaktı işte. Sevdiği, onu sevmiyorsa bile seviyorum desin istiyordu. Adam belli ki hiçbir zaman istediği gibi sevmeyecekti onu. Ansızın çalmayacaktı kapısı mesela. Bir sabah çalıştığı masaya bir buket çiçek bırakılmayacaktı. "Bu şarkıyı anımsıyor musun?" diye sormayacaktı telefonun diğer ucundan. Birlikte bir yemek pişirilmeyecekti asla ve domatesler doğranırken haberlere birlikte kederlenilmeyecekti. Şefkatle okşanmayacaktı ateşlenmiş alınlar. Aşk için ertelenmeyecekti hiçbir iş... Ve... Terk edilmeyecekti hiçbir "alışkanlık"... Sıradışı olmayacaktı bu ilişki. Bütün bunları biliyordu ama birisi ona tersini söylesin istiyordu. Biri ona "özel" olduğunu, her şeyin düzeleceğini, bütün bunların geçici olduğunu söylesin istiyordu. Sevilmemekten eskimiş kalbi bir yalanla tadilata girsin istiyordu. Razıydı, yeter ki biri kandırsaydı onu. İyi bir şey söylesin birileri, desin ki mesela "Aslında seviyor seni. Ama gösteremiyor sevgisini. Belli edemiyor işte. Öğrenmemiş nasıl sevilir bir insan? Hepsi böyle biliyorsun. Ama ben anladım, çok seviyor seni. Sen görmedin dün, arkan dönüktü ama öyle güzel baktı ki sana... Suskunluğu içine kapanıklığından, sevgisizliğinden değil inan bana." Böyle desin istiyor birileri. Kandırıyorum onu. Duymak istediklerini söylüyorum. Bir parça teselli bulsa da, o aslında sevdiğinin yalanlarını istiyor... Eski notlarımı okurken bunu bir yana ayırıyorum. Düşünüyorum da, gittikçe büyüyor kandırılma isteğimiz galiba... Gerçek olduğundan daha ağır geliyor çünkü artık. Daha dayanılmaz, daha kaldırılmaz oldu... İç karartan, umutsuzluğa alıştıran, bezdiren, hani olmasa daha iyi olur bir hale geldi. İşte bu yüzden artik kimin umurundaki gerçek? Kimin umurunda yani dayanılmaz sesli bir adamın bir ses yarışmasında ön sıralara çıkması? Kimin umurunda, ciğeri var mı yok mu bilinmez insanların köşe başlarında yol tutması? Kimin umurunda gözümüze baka baka var olanı yok diye gösterenler? Kimin umurunda her akşam yok olanı varmış gibi anlatanlar? Geçtiğimiz günlerde Pakize Suda "Genç kızlar kandırılmak istiyor" diye yazdı. Nicedir aklımdaydı aşk ve yalan yazmak. Tam da üstüne geldi Pako'nun yazısı. Üstelik sadece genç kızlar değil kandırılmak isteyenler... Sıraya girdik hepimiz... "Dertli gönlümüze bir yalan daha söyleyiniz, ömrümüz mutlulukla nihayet bulsun" diye beklemekteyiz. Bal gibi fakındayız oysa. Yazının başında anlatılan sevdalı gibi... Olmayacak bir iş ama birisi "olur" desin diye bekliyoruz... Bir yalanla avunacak kalbimiz... Hepsi bu!


 
 
  Bugün 13 ziyaretçi (38 klik) kişi burdaydı!
 
 




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol